Mustafa Akış | Kerem İşkan’a Cevabımdır!
15651
post-template-default,single,single-post,postid-15651,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,vertical_menu_enabled,qode-title-hidden,side_area_uncovered_from_content,qode-theme-ver-10.1,wpb-js-composer js-comp-ver-5.0.1,vc_responsive

Kerem İşkan’a Cevabımdır!

Konya’mızın değerli gazetecilerinden Kerem İşkan, geçtiğimiz günlerde Anayasa değişiklik paketine ilişkin kısmen kendi, daha çok milletin kararını şimdiden “Evet” olarak ilan etmiş ve kararının sonuna “?” koyarak kaygılarını dile getirmiş.

Ancak çok önemli meseleleri zülfiyare dokundurup özetle ele aldığından olsa gerek, itiraz noktalarını izaha muhtaç bırakmış.

Yazının başlarında her ne kadar “yahu ne derdiniz var da bu anayasa değişikliğini yapıyorsunuz, zaten yediğiniz önünde yemediğiniz arkanızda” iması olsa da, sona doğru bu ima yerini “ülkemiz varlık ve istiklal mücadelesi içinde, elbette anayasa değişmeli ama en iyi şekilde olmalı” temennisine bırakıyor. Kerem kardeşimizin bu manevrasını içinde bulunduğu iklim gereği anlaşılabilir bulduğumdan, yazımın kalan bölümünü daha çok samimi kaygılarını gidermeye ayırıyorum.

Kerem İşkan, AK Parti’nin vesayet ve mağduriyet tartışmalarıyla ortaya sık sık sandığı getirdiğinden bahsetmiş ve bütün seçim zaferlerine rağmen vesayet ve mağduriyet tartışmalarının son bulmadığından yakınmış.

Sık seçime gitmeyi AK Parti’nin yersiz bir siyasi fantezisi, vesayet ve mağduriyet tartışmalarını ise bahane gibi sunan bu yakınmaya, yakın siyasi tarihimizdeki bazı antidemokratik müdahaleleri hatırlatarak cevap vermek isterim…

2005 yılında, TSK’daki bir kısım askerlerce kurgulanan darbe planları,

2006 yılında, AK Parti hükümetini hedef alan Danıştay Saldırısı,

2007 yılında, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt tarafından kaleme alınan e-muhtıra,

Yine 2007 yılında, 367 garabetiyle Sn. Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin Ana Muhalefet Partisi ve Anayasa Mahkemesi’nce engellenmesi,

2008 yılında, Başörtülü vatandaşlarımızın üniversiteye girişindeki engellerin kalkması için yapılan değişikliğin TBMM’deki 411 “Evet” oyuna rağmen Anayasa Mahkemesi’nce iptali,

Yine 2008 yılında, daha bir yıl önce %47 oy almış AK Parti’ye açılan kapatma davası,

2013 yılında Gezi Darbe Girişimi,

Yine 2013 yılında 17-25 Aralık Yargı Darbesi,

Ve nihayet 2016 yılında gerçekleşen 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi…

Bu kadar kısa zaman içinde, bu kadar sık aralıklarla ortaya çıkan antidemokratik müdahaleyi es geçip, ülkemizin terör gibi on yıllarına mal olmuş kronik meselelerinin hesabını bir çırpıda sormak, ne kadar adil bir siyasi okumanın ürünü acaba?

Evet…

Bütün bunların üstesinden lider millet uyumu ile gelindi, ama tek başına yetmiyor işte.

Vesayetin tam biri bitti derken, diğeri farklı bir biçimde hortluyor. Milletin tercihleri ne olursa olsun, vesayet odaklarını egemen olarak konumlandıran anayasa ve onun ruhunu oluşturan hükümet sistemi değişmedikçe vesayet ancak bir süreliğine püskürtülebiliyor.

Bakın; bir tarafta toplumdan gelen talep ve desteğin siyasi akılla ideal bir politikaya dönüştürülme hedefi var diğer tarafta bunu gerçekleştireceğiniz araç ve kurumların bugünkü Türkiye’yi taşımayan sınırlı hareket kabiliyeti, mücadele ettiğiniz kurucu bir statüko var.  Bütün bunlar varken hem bu araç ve kurumları kullanarak ekonomiyi yönetmek, ülkeyi iktisadi ve sosyal anlamda kalkındırmak hem de engellere rağmen belli bir demokratik standarda yükseltmek zorundasınız. Diğer yandan da bu vesayet haline gelmiş araç ve kurumları dönüştürmek zorundasınız. İşin medya, üniversite, yargı, asker, sivil toplum vb. boyutları var. Buralarda da ayrı ayrı yerleşik düzenler var. Sistem de bunların siyaseti işlenmez hale getirmesini elverişli kılacak şekilde kurgulanmış. Bütün bu ilişkiler ağı içinde toplumu ikna ederek demokratik bir süreç içerisinde ülkeyi ilerletmek zorundasınız. Bu kolay bir iş değil.

O yüzden vesayetin gölgesindeki siyaseti türlü antidemokratik girişimlere rağmen ayakta tutan lidere “zaten istediğini yapıyorsun” diyerek şımarık çocuk muamelesi çekilmesini acımasız buluyorum.

Velhasıl 15 Temmuz öncesi de Sn. Cumhurbaşkanımıza bazıları “karşında sanki güç mü var?” diyordu. 15 Temmuz oldu, hala bu söylem sürdürülüyor.

Türkiye mevcut Anayasası ve onun ruhunu oluşturan parlamenter sistemle gelebileceği en üst noktaya kadar geldi. Bundan sonraki hedeflerine eldeki araçlarla gitmekte ısrar etmek statükoculuğun konformizmine teslim olmaktan başka bir şey değildir.

Evet, bu tarihi bir fırsat. Büyük ülkeler 15 Temmuz benzeri büyük tarihi kırılmalarını hep daha iyiye götürecek bir siyasi belge ve toplumsal sözleşme ile taçlandırdılar. Şimdi biz niye yapmayalım?

15 Temmuz gibi bir destansı hikâye daha dün gibi arkamızda dururken, Kerem İşkan’ın da teyit ettiği üzere %80 oranında millet desteğini arkasına almış bir lider ve tanklara karşı cesurca meydan okumuş bir millet mevcutken, biz niye anayasamızın ruhunu kendimize özgü şekilde kurgulamayalım?

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yakamızı bırakmayan kronik meselelerin üstüne, neden daha çağdaş ve etkin bir sistemle gitmeyelim?

Yargı’nın Avrupa standartlarında demokratikleştirildiği, seçilmişlerin siyasi sorumluluk üstlendiği ve yasamanın yürütme organının gölgesinden kurtulduğu bir sistem hepimizin hakkı.

O yüzden ne bugün ne de 10 yıl sonra başka bir lider geldiğinde kaygılanmaya gerek yok. Zira yeni sistem seçilmiş-atanmış ilişkisini, demokratik bir çerçevede yeniden dizayn ediyor. Bürokratik vesayetin muktedirliğini seçilmişlere devrettiğinden, onun tarafından istismar edilme veya tahakküm altına alınma ihtimalini bitiriyor.

Bu yüzden bu sistem daha çok Tayyip Erdoğan sonrası Türkiye’nin ihtiyaç duyacağı bir sistem.

Tayyip Erdoğan gibi millet nezdinde yüksek itibar ve karşılık bulan liderler sistemin kilitlendiği yerde de popülerliklerini sürdürürler. Sistemsizlik kitleleri daha çok güvenilir ve icracı kişilerin varlığına yöneltir. Recep Tayyip Erdoğan özelinde konuyu ele aldığımızda; mevcut sistemde ciddi yetkileri olan, bu kadar badireyi atlatıp kamuoyu nezdinde çok güçlenen birinin, muhalefetin iddia ettiği gibi sistemi kendi adına değiştirme talebi akla ve izaha uygun değildir.

Recep Tayyip Erdoğan gibi millet nezdinde mihenk taşı olarak görülen liderler olmadığında da demokratik siyasetin akamete uğramaması için bu değişiklik yapılmaktadır.

Sistem, en çok insanın tıkandığı yerde ayakta tutucu bir rol oynar. Türkiye’de ise sistem tıkanmış ve buna rağmen devleti ayakta tutan bir lider vardır.

Toplumlarda her zaman arkasına güçlü halk desteği almış karizmatik liderler çıkmayacağından, olası bir siyasi zafiyette, vesayet odaklarının antidemokratik yöntemlerle siyaseti esir almaya çalışmaması için bu sistem değişikliği özellikle Erdoğan sonrası için gereklidir.

Son olarak Kerem İşkan’ın anlamakta güçlük çektiği bir noktayı daha aydınlatıp yazıma son vermek istiyorum. Zira çok genç yaştan beri siyasetin içinde bulunmuş ve gençliğin dinamizminin siyasete olan katkısının sahadaki pratik karşılığını tecrübe etmiş birisiyim.

Sorumluluğunun gereklerini yerine getirmek için sabah yataktan kalkmamayı tercih eden her yaştan insanımız mevcut. Bu yüzden kötü örnekler o yaş gruplarını siyasetten pasifize etmemizi gerektirmez.

Seçme hakkını verdiğimiz yetişkinlerden, seçilme hakkını sakınmayı hiçbir demokratik saikle açıklayamayız. Kaldı ki, 18 yaşına seçilme hakkı vermek, onları illa seçilecekler diye dayatmak anlamına gelmiyor. Sadece seçmenin seçeceği kitle daha geniş bir tabana yayılıyor.

Siyasete gençlik kollarından başlamış biri olarak bu tarz tartışmaların ve mücadelelerin içinde çok oldum. Hamdolsun gençlere güvenen bir lider ve benim gibi gençleri parlamentoya göndermeyi gurur vesilesi sayan bir milletle siyaset yaptık, yapıyoruz. Eğer hâkim bakış açısı bu olsaydı, herhalde ne milletvekilliği ne de cumhurbaşkanı başdanışmanlığı gibi görevlerde bulunabilirdim.